HUÇUÇET’TE EVLELUK
Hışnet’te sıradan bir gündü. Herkes gibi sabah erkenden hazırlanmış, yiyeceğimizi heybeye koymuş, eşeğin sırtına aşırıp, Huçuçet’e yukarı yola koyulmuştuk.
Tarlaya varınca biraz soluklandıktan sonra bir kısmımız ot biçmeye başlamıştık. Bende küçük kızlarımla beraber tarlanın başında çıkan suyu, içilebilir ve mataraya doldurabilmek için suyun kaynağını temizleyip sanki bir şaheser, sanki bir baraj, sanki bir daha hiç bozulmayacak bir yapıt yaptık.
Suyun havzasını çamurla sıvadık. Önünü yarım metre duvar yapıp suyun akacağı yere kav yaprağı yerleştirip, içilebilir hale getirdik. Su biraz durulduktan sonra, naylon matarayı dolduruvermiştim. Oohh dünyanın en güzel tadı en güzel lezzetiydi. Kav yaprağından akan suyun sesi taa tarlanın başına geliyordu.
Saat ilerledikçe yavaş yavaş acıkmaya başlamıştık, sofrayı kurma görevi bize verilmişti. Ama o güne kadar tarlada evleluk yemeyen çocuklar, sofranın nasıl kurulacağına ve neyin üstünde yeneceğini, anlayamamış şaşkın şaşkın bakıyorlardı.
Önce biçtiğimiz taze otlardan ardıcın dibine serdik. Heybeden çıkardığım geniş lahana yapraklarını otların üzerine koyup soğuk suyla yıkadığım domates ve salatalıkları doğramaya başladım. Sadece elimizde tek olan çinko tabağa tozak peyniri koyup üzerine yeşil soğan, aş otunu ince ince doğradıktan sonra biraz tuz serpip yoğurmaya başladım.
Taze iki ekmek arasındaki. Tozak peynirin arasına gömülmüş daha sabah yayıktan çıkardığımız taze tereyağ sıcakta hafif erimiş ekmeklerin arasından dışarı taşmış ve bütün peynire bulanmıştı. O iki ekmek kendi kabını da oluşturmuştu.
Köyden gelen çepiği başka lahana yapraklarının üzerine boşalttığımda içinde bir gün önceden toplandığı için kenarları hafif siyahlanmış taze dut ve tadı duta karışmış vişne o günkü özel menümüzdü.
Bostandan söktüğüm yeşil soğanların başlarını keserek bir deste sofranın orta yerine koydum, kaymak ketelerinin yağı üzerinden taşmıştı.. Herkes soframızdaki yerini aldığında neyin ne ile yeneceğini bilemiyordu. Yeşil soğanı ben lora batırıp bir parça ekmekle yemeğe başlayınca çocuklar iyice şaşırdı. Yine dutla ekmek, tuzlanmış taze şalgamla, ekmeği kıtır kıtır yemeğe başladığımda, çocuklar ellerinde birer kete gıligi ile bana bakıyorlardı.
Ve çocuklara neyin ne ile yenileceğini anlatırken ve tattırırken bunun bir piknik, bir eğlence, bir gezi olmadığını da anlatıyor bizim bu işi sadece doymak için yaptığımızı söylüyordum.
Arkasından kirli güğümü közlerin üzerine koymuş, saplı çinko demliğinin çayını Gavnar’a doğru yudumlarken içimden de bütün dostlarımın yanımda olması temennisi geçiyordu.
Çocuklar memnundu ama bunun çoook zor şartlarda ve çok ağır emek harcayarak kazanıldığını da biliyorlardı. Huçuçet’te evleluk okul çantasındaki beslenmeyle yada şehirdeki fast food ‘la kıyaslanamayacağını biliyorlardı.
AHMET KOÇAK
|