KAYBOLAN KÖYÜM
Dedeciğim her gün beni alıp bu gölün üzerinde bir aşağı bir yukarı gezinti yaptırıyorsun, burayı çok mu seviyorsun sen?
Küçük Ahmet’in rüzgarın uğultusuna karışan bu sözleri her sabah kayıkla dolaştıkları küçücük bir baraj gölü üzerinde ak sakallı, yüreği altından yapılmış, iyilik meleği dedesini hedef almıştı. Ama dedenin gözleri küreklerin oluşturduğu dalgalara çoktan takılmış, alabildiğince gölün derinliklerine inmişti. Ahmet’in söylediklerini duymadı bile. Dedeciğim, sana söylüyorum, sen beni duymuyorsun bile. Her gün bizi burada gezdirmekten bıkmadın mı sen? Her gün küreklere asılıp sabahtan akşama kadar gölün alt başından en yukarısına kadar gezinmenin ne anlamı var.?
Burası yıllardır yaşadığımız ve her sabah kalktığımızda kıyısında koşturmaca yaptığımız küçücük bir baraj gölü değil mi sadece.? Niçin üzerinde gezmekten bu kadar zevk alıyorsun diye sitemli sitemli seslendi. Dedesi dalmıştı bir kere. Ahmet’in söylediklerini Ahmet’ten başkası duymuyordu. Küçücük kelimeleri, tekneye vuran dalgaların sesleri arasında kaybolup gidiyordu. Dedeeeeeeee !!! Sana bir şey söylüyorum, dinlesene beni ! diye bağırdı Ahmet. Kızaran gözlerini gölün derinliklerinden zorla koparmaya çalışan dedesi birden bire irkildi ve:
Ne oldu oğlum bir şey mi dedin bana? Dedi Ahmet: Dedeciğim sabahtan beri gölün üzerinde geziyoruz. İkide bir dalıp gidiyorsun. Nedir seni buraya çeken, bu gölün nesi var da buradan kopamıyorsun sen dedi. Dedesi; Bak Ahmet’im, uzun bir hikaye ama. Seni her gün alıp buralara getirmemin, seni benim hatıralarıma ortak etmemin, senin küçücük dünyana sığamayacak kadar geniş anlamları var bende. Senin belki de anlamaya zorlanacağın o kadar çok hatıralarım var ki bu gölün altında. Dinle bak anlatayım; Bundan tam kırk yıl önce, senin ve babanın göremediği güzelliklerle dolu ömrümün en güzel günlerini yaşadım ben bu gölün altında. Şimdi yosunlarla kaplı bu koskocaman arazinin her karış toprağında ayak izim, her bir ağacının dikilmesinde emeğim, her binasının harcında alın terim gizlidir benim. Bahçelerini bellemiş, otlarını biçmiş, sebzelerini sulamış, meyvelerini yemişim, Yokuşlarında daralmış, inişlerinde ferahlamışım ben bu toprakların. Nesinden başlayayım bilmem ki diye devam etti.
Daracık patika yollardan düşmeye korkarak geçtiğimiz yamaçları mı anlatayım sana, asfaltı dökülmüş şoselerde birbirine değmeden geçmek için ter döken kamyon şoförlerini mi anlatayım, sırtına aldığı ağır yük kefesi ile her gün asma köprüden karşıya rüzgar gibi geçen Sultan nineyi mi anlatayım.?
Namaza giderken bile açık bırakılıp gidilen dükkanlardan kendi kendine alışveriş yapıp parasını kefeye koyan tertemiz ruhlu insanları mı, küçücük dünyalarına dünyalar kadar geniş sevgileri sığdıran, sırtıyla toprak taşıyıp altına dizdikleri taşların üstünde bostanlar yapan ve onun meyvesini satıp geçimini sağlayan komşularımı mı, gürül gürül çağlayan Barhal çayını mı, mis gibi kokan meyve bahçelerini mi, sıra sıra dizilmiş seraları mı, dağlarında dolaşan ala geyikleri mi, kimsesizlikten gardiyanların sıkıntıdan patladığı hapishanesini mi, havasını mı, suyunu mu, huyunu mu? Hangisini anlatayım sana bilmem ki? Dedesinin uzun uzun sıraladığı bu cümleler karşısında Ahmet küçük dilini çoktan yutmuş, kafasına takılan sorulara cevap alabilmek için boğazında düğümlenen hıçkırıkları iki eliyle gizleyerek dedesinin susmasını bekliyordu.
Dona kalmıştı. Dedesi neler anlatıyordu. Bu gölün altında neler vardı böyle. Onu avundurmak için masal mı anlatıyordu dedesi. Yoksa….
Yoksa gerçek miydi dedesinin anlattıkları. Küçücük gözlerini dedesinin gözlerinin tam on ikisine nişanlayarak yüreğinin ortasından gelen bir sesle sordu dedesine. Dedeciğim anlattıkların gerçek mi? Yani sen bu gölün altında mı doğdun? Bu gölün altında yaşayıp bu dipteki yosun parçacıklarının arasından mı yürüdün? O anlattığın insanlar gerçekten yaşadı mı bu gölün altında? Bütün bunlar doğru mu? Lütfen dedeciğim söyler misin bana? Dedesi kayığın küreklerini çekmeyi bıraktı. Yorgun avuçlarıyla sakalını uzun uzun sıvazladı. Tertemiz göl havasını ciğerlerine doldurmak için derin bir nefes aldı. Gölün tam ortasındaydılar. Hafifçe esen rüzgarın dalgalandırdığı su sesinden başka etrafta çıt yoktu. Bak oğlum dedi dedesi Bizler, bu gölün altı dediğin yerde doğduk. Oranın havasını solduk, sularından kana kana içtik. Sokaklarında oyunlar oynadık, dağlarında koyunlar otlattık.
Her akşam şu karşıdaki otelin yanında gördüğün kayaların üstüne çıkıp Barhal çayının gürül gürül akışını seyrederdik gençlik zamanımızda. Şu iskelenin yanındaki düzlüğe çıkıp orda kebap yemek için ne heveslenirdik yaz tatillerinde. Gölün bir de sol tarafına bak. Oralarda Türkiye’nin en güzel pirinç tarlaları vardı. Sıra sıra dizilmiş elma bahçeleri, üzüm bağları, narlar, incirler, kirazlar, dutlar..adını bile bilmediğin daha nice meyveler yetişirdi buralarda. Ahmet gözlerini dedesinin dudaklarına mıhlamış, çıkacak kelimelerin en küçük ayrıntılarını bile kaçırmamak için kulaklarını rüzgarın fısıltısına bile kapatmıştı. Can kulağı ile dedesini dinliyordu. Gölün altına doğru iyice bak, dedi dedesi. Bak bakalım Çoruh’un azgın sularında rafting yapanları görebilecek misin? Boğaların güreştikleri düzlükleri, pehlivanların peşrev çektikleri çayırları, tulum sesiyle yeri göğü inleten komutçuların naralarını duyabilecek misin.? Kuzuların sesine karışan araba kornalarını, müşteri toplamak için avazı çıktığı kadar bağıran ve fakat hiç kimsenin rahatsız olmadığı simsarların sesini duyabilecek misin? Sabah kahvaltısı olarak yenilen dönerin piştiği korun alevini görebilecek misin? Kilometrelerce uzaktan yaya olarak okuluna gelen öğrencilerin şen şakrak namelerini duyabilecek misin? Bak şuraya,,şuraya iyi bak Ahmet’im.Tam şu sol yanımızdan aşağıya gözlerini süzebildiğin kadar süz. Sana söylediğim o daracık toprak yolları görebilirsin belki. Bak Ahmet’im iyice bak. Aşağıdaki karakolumuzu, Halit Paşa ilkokulumuzu, Lisemizi, ütülü elbiseler ve kolalı gömleklerle fiyaka attığımız hükümet meydanını, günde beş vakit ezanlarının yükseldiği merkez camimizi, kenarında sıra sıra kahvelerin dizildiği asma köprüyü görebilirsin belki….
Dolmuştu dedesi..Anlattıkça derinlere dalıyor, derinlere daldıkça anlatıyordu. Kayık kendini dalgaların şefkatli eline teslim etmiş, dede torun rüzgarın savurduğu yöne doğru sessizce ilerliyorlardı. Gölün tam ortasını biraz geçmişlerdi ki; İşte tam burası Ahmet’im dedi, dedesi. Tam burası.. Ahmet bir şey anlamamıştı
Neresi burası dedeciğim ? diye sordu Dedesi derin bir iç geçirdi ve gözlerini her seferkinden daha fazla derinlere dalmak için zorlarcasına kısarak kelimelerin en hafifiyle fısıldar gibi cevap verdi İşte burası Ahmet’im. Tam burası benim babamın mezarı….Babamın mezarının tam üstündeyiz şimdi… Ve birden bire hıçkırıklara boğuldu. Koskocaman gölün ortasında koskocaman bir adam küçücük bir çocuğun daracık dünyasını alt üst edercesine yüreğinin tam ortasından ağlıyordu. Kayığın kenarlarına vuran dalgalara karışan dedesinin gözyaşlarına daha fazla dayanamayan Ahmet te bu durum karşısında kendini kaybetmiş, rüzgarın fısıltılarına hıçkırıklarla cevap yetiştirmeye çalışıyordu. Uzun uzun ağlaştılar orada.. Sessizce, sadece kendilerinin ve göl sularının ortak oldukları duygu dolu zamanları saatlerce paylaştılar. Güneş batıyor dedeciğim, diye seslendi Ahmet. Artık evimize dönsek mi? Dedesi kirpiklerinin arasından yanak çukurlarına süzülen damlaları nasırlı elleriyle silmeye çalışarak yorgun dudaklarından iki damla tebessümle cevap verdi Ahmet’e.. Gidelim Ahmet… Yine geliriz… Tamam, dedi Ahmet… Geçirdikleri o inanılmaz saatlerin ve dedesinin anlattıklarının kendi ruhunda ne doyumsuz hatıralar bıraktığının bilincinde, istekli ve kararlı bir sesle cevapladı dedesini… Yine gelelim dedeciğim. AHMET KOÇAK MAYIS 2008 - ANKARA
|